Bazı insanlar vardır; kriz anında karakterleri ortaya çıkar. Kimisi elini taşın altına koyar, kimisi sessizce yardıma koşar, kimisi ise enkaz başında bile poz verir. Ama bir de öyleleri vardır ki, yaşanan onca acıya rağmen hâlâ aynaya bakıp kendi şişirilmiş egosuna hayranlıkla bakmaktan geri duramaz.
Deprem bölgesinde bir iş insanı… Adını vermeye gerek yok, zira onu tanıyan tanıyor. Lafı dolandırmadan söyleyelim: Bölgede yüzbinlerce insan hâlâ barınma, beslenme, sağlık gibi en temel ihtiyaçlarla boğuşurken; bu şahıs, yaptıklarını anlatmaktan değil, övünmekten başını alamıyor. Konuşmalarında sürekli bir “Ben yaptım, ben ettim, ben getirdim…” söylemi. Sanki bölgeyi o kendi sırtında ayağa kaldırmış gibi…
Oysa gerçekler ortada: İnsanlar hâlâ konteyner sıralarında bekliyor. Çocuklar eğitimden uzak, yaşlılar ilaçsız, evsizler hâlâ sokakta. Ama bu beyefendi her platformda böbürlenmekle meşgul. Yardımı reklamla karıştırmış, şefkati şovla.
Deprem bir aynadır. Kim olduğumuzu, neye dönüştüğümüzü gösterir. Bu aynada kimi insanlar cesaretini, merhametini ve insanlığını görür. Kimisi ise sadece kibirli bir siluetin gölgesinde kaybolur.
Bir hatırlatma yapmak gerekirse: Gerçek yardım, adının duyulmasını beklemeden yapılan yardımdır. Gerçek iş insanı, krizde sadece para harcayan değil; sorumluluk alan, alçakgönüllü davranan ve susarak da insanlığını gösteren kişidir.
Çünkü unutulmamalı: Bir bölgede sadece binalar yıkılmaz, insanlık da enkaz altında kalabilir. Ve bazen, en büyük yıkım; bir insanın egosunda saklıdır.
Deprem sonrası hepimiz bir sınavdan geçiyoruz. Kimimiz insanlığımızla, kimimiz sabrımızla, kimimiz ise kibirle… Ama bazıları var ki, hangi sınava girseler hep aynı notla çıkıyor: sınıfta kalıyorlar.
Bölgede kendini “iş insanı” diye tanıtan bir zat var mesela. Ne resmi bir görevi var, ne halktan gerçek bir teveccüh almış. Ama sahada öyle bir pozisyon alıyor ki sanki ilin kaderi ona emanet. Üzerine bir yelek, eline bir telefon, çevresine birkaç meraklı bakış… Gerisi zaten PR.
Bu zat, yalnızca cebini değil, egosunu da şişirmiş belli ki. Yaptığı üç beş katkıyı megafonla anlatmakla kalmıyor, yerel basına da yukarıdan bakmayı kendine hak görüyor. Sanki mikrofonun ucunda emek veren, sahada gerçeği belgeleyen gazeteciler onun sekreteri. Basını, “herkesle aynı kefeye” koyarak, “ben kimim, siz kimsiniz” tavrıyla ayrım yapıyor. Oysa kim olduğunu sorsan, ne olduğu hâlâ meçhul. Kartvizitinde sadece "iş insanı" yazıyor; ne üretmiş, kime dokunmuş, ne katmış, o kısmı hep flu…
Şunu artık açıkça konuşmak gerek: Deprem sahası bir reklam panosu değil. Bu topraklarda insanlar canını, evini, geleceğini kaybetmişken; birinin sadece kendini parlatmak için burada boy göstermesi, büyük bir ayıptır. Hele ki bunu yaparken, yıllardır kamu yararına çalışan basın emekçilerini küçümsemek, kabul edilemez bir saygısızlıktır.
İş insanlığı, para saymakla değil; sorumluluk almakla ölçülür. Karakter, kriz zamanlarında test edilir. Ve en önemlisi: İnsanlık, yapılan yardımı anlatmakla değil, sustuğunda da saygı görebilmekle anlaşılır.
Bu kent çok enkaz gördü. Ama böylesi bir egonun ağırlığı altında ezilmek, en ağırlarından biri olsa gerek.
Malatya’nın yerel basını, herhangi bir “yerel basın” değildir. Bu şehirde mikrofon tutan, fotoğraf çeken, manşet atan insanlar; sadece haber değil, tarih yazar. Onların her adımı; bir halkın sesi, bir mahallenin nefesi, bir felaketin aynasıdır.
Birileri, ekran karşısında kendini dev aynasında görürken; Malatya’nın yerel gazetecisi çamurun içinde çekim yapar, soğuğun ortasında not alır, susturulmaya çalışılsa da susmaz. Çünkü bilir ki bu meslek, yalnızca geçim değil; bir duruş meselesidir.
Her mikrofon aynı değildir. Her basın mensubu da… Bu şehirde basın, eğilmez. Hele ki ne idüğü belirsiz, günübirlik çıkarlarla sahne alanlara karşı hiç eğilmez.
Malatya’da yerel basının başı diktir. Ve bu şehirde, o başı yere eğdirecek kadar güçlü bir kibir henüz icat edilmemiştir.