Tarihin derinliklerinden bugüne İslam dünyası, bir zamanlar ilmin, hikmetin ve adaletin merkeziyken; günümüzde ne yazık ki iç karışıklıklar, mezhep çatışmaları, dış müdahaleler ve yönetim krizleriyle anılmaktadır. Bu dönüşüm yalnızca dışsal etkenlerin değil, aynı zamanda içsel ve zihinsel çözülmenin bir tezahürüdür. İslam coğrafyasında yaşanan krizlerin merkezinde, ümmet bilincinden uzaklaşma, kardeşlik hukukunun zedelenmesi ve ilim-irfan geleneğinin zayıflaması yatmaktadır. Mezhep farklılıkları, tarihsel bağlamından koparılarak siyasi rekabetin ve bölgesel hesaplaşmaların aracı hâline getirilmiştir. Şii-Sünni ayrımı, bir zenginlik ve rahmet unsuru olarak değil, adeta düşmanlığın bahanesi olarak kullanılmakta, halklar ayrıştırılmaktadır. Oysa Kur’an-ı Kerim’de, “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin” emri, farklılıklar içinde vahdeti korumanın esas olduğunu vurgular. Bununla birlikte, Osmanlı sonrası dönemde İslam coğrafyası, Batılı güçlerin sömürgeci tasavvurlarına teslim edilmiştir. Sykes-Picot ile belirlenen sınırlar, halkların iradesini değil, dış müdahalelerin çıkarlarını yansıtır hâle gelmiştir. Bu yapay yapı, günümüzdeki birçok etnik ve mezhebi çatışmanın temelini oluşturmaktadır.
Ancak sorun yalnızca harici değil, aynı zamanda dahili bir buhranın ürünüdür. Adaletsiz yönetimler, halkın iradesine dayanmayan baskıcı sistemler ve yolsuzluklarla iç içe geçmiş iktidarlar, İslam’ın adalet anlayışından uzaklaşmıştır. Hz. Ömer’in “Dicle kenarında bir koyun kaybolsa hesabı benden sorulur” anlayışından bugün eser kalmamıştır. Emaneti ehline vermemek, liyakati göz ardı etmek ve halkın değil çıkar gruplarının menfaatine çalışan yönetimler, huzursuzluğun süreklileşmesine neden olmaktadır.
Bu karanlık tablonun içinde elbette umut ışıkları da mevcuttur. Her karanlık gecenin bir sabahı olduğu gibi, bu ümmetin de yeniden diriliş yolu vardır. Bu diriliş, sadece siyasi bir değişimle değil, aynı zamanda manevi bir inkılapla mümkündür. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, bu asrın cihadı ilimle, marifetle ve hikmetle yapılmalıdır. Kur’an ve sünnet merkezli bir uyanış; ne taklitçi ne bağnaz, bilakis tahkikî bir imanı ve feraseti gerektirir. Bununla birlikte ümmet bilinci yeniden inşa edilmelidir. Mezhep, meşrep, coğrafya ayrımını değil; ortak değerleri ve Allah’a kullukta birliği esas alan bir kardeşlik ruhu hâkim kılınmalıdır. İmam Rabbânî’nin “İhtilaf rahmettir, tefrika değil” sözü bu çerçevede değerlendirilmelidir. Farklılıklar çatışma değil, tamamlayıcılık vesilesi olarak görülmelidir.
Yönetim anlayışı ise İslam’ın adalet ve şûra ilkeleri etrafında yeniden şekillenmelidir. Halkın iradesini yansıtan, danışmaya dayalı, liyakatli kadrolarla yürütülen yönetimler, toplumun güven duygusunu tazeleyecektir. İbn Haldun’un “Adalet mülkün temelidir” sözü sadece teorik değil, pratik bir yaşam ilkesi hâline getirilmelidir. Bütün bunların ötesinde, İslam dünyası kendi içinde bir ilim ve fikir dayanışması kurmalıdır. Farklı coğrafyalardan ilim adamlarının, entelektüellerin ve kanaat önderlerinin ortak bir masa etrafında toplanarak ümmet aklını oluşturması, çözüm süreçlerini hızlandıracaktır.
Bu çabanın sonunda İslam dünyası yeniden kendi değerlerine dönebilir, kendi hikayesini yazabilir. Zira karanlık ne kadar koyu olursa olsun, sabah ona daha yakındır. Bu ümmetin yeniden ayağa kalkması, birliğe sarılması, ilme yönelmesi ve adaleti öncelemesiyle mümkündür. Çünkü bu ümmetin mayasında hak vardır, adalet vardır, kardeşlik vardır. Yeter ki o özü yeniden hatırlasın, yeter ki Kur’an’a ve sünnete sadakatle sarılsın.
“Ya Rab! Kalplerimize birlik, yöneticilerimize adalet, âlimlerimize basiret, ümmetimize feraset ver. Farklılıklarımızı fitne değil, rahmet vesilesi kıl. Bizi Hak ile birleştir, bâtıla karşı yekvücut eyle. Âmin.”
Hazırlayan Erkan Can Akan